Brigitte Labbé, uzun süre reklam sektöründe görev aldıktan sonra Felsefe eğitimi görmeye başladı. Çalışmalarını, karışık felsefi kavramları çocuklara aktarabilmek üzerine yoğunlaştırdı ve tüm dünyada 17 dile çevrilen 25 kitaplık bir felsefe dizisi yarattı: Çıtır Çıtır Felsefe Dizisi.
Ülkemizde de sevilerek okunan Çıtır Çıtır Felsefe Dizisi, çocukla felsefeyi en doğal biçimde bir araya getirdi. Kitaplar, öğretmeye çabalamak veya öğüt vermekten çok; paylaşan, hayatı birlikte anlamaya çalışan, açıklama yapma kaygısı gütmeyen bir anlatımla ele alındı.
“Zirve denilen noktaya vardığım an aslında hiçbir yerde olmadığımı gördüm” diyen Labbé, Mart ayı içerisinde, Günışığı Kitaplığı tarafından düzenlenen 7. Eğitimde Edebiyat Seminerleri kapsamında Türkiye’yi ziyaret etti. Seminerin yanı sıra, Türkiye’de bulunduğu süre içerisinde okulları ziyaret ederek, çocuklarla buluştu.
Biz de Çıtır Çıtır Felsefe’nin yaratıcısı ve okullarda, kafelerde, kütüphanelerde; çikolata, kurabiye ve şeker eşliğinde çocuklar için “Çıtır Çıtır Felsefe Günleri” düzenleyen Labbé ile bir araya gelerek ‘felsefe’ ve ‘çocuk’ üzerine konuştuk.
Reklamcılığı bırakıp, Paris Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe eğitimi alma kararınızdan bahsedebilir miyiz?
Artık hayatımda öyle bir noktaya gelmiştim ki, bir anlam duvarına toslamıştım. Yaptığım işe hiçbir anlam veremez olmuştum. Sanki sadece bir işlevi yerine getiriyordum da artık orada bir anlam ve gerçeklik kalmamıştı.
Aslında çok otomatik bir şekilde de gerçekleşmedi bu süreç. İlk aşamam, neyi bıraktığımdı. Benim için anlamı kalmayan bir şeyi bırakmaktı amacım. Bu arada planladığım tek şey, yeniden akademik bir eğitim almaktı. “Felsefe” dedim; ama hiçbir zaman aşırı tutkulu bir seçimle girmedim bu yola. O söz konusu tutku, amfide felsefe derslerini dinlemeye başladığımda oluştu.
Kızınızın size sorduğu ilginç soruların sizde “Felsefeyi çocuklara anlatma” isteği yarattığını biliyoruz. Sizi yazarlığa iten en büyük etken bu muydu?
Aslında dediğinizle birlikte, birçok faktörün bir araya gelişiydi. Her şeyden önce felsefeyle ilgilenmeye başlamak benim hayatımı değiştirdi. Çünkü 36-37 yaşlarında ilk defa gerçek anlamda düşündüğümü hissettim. Düşünmediklerimi düşünmeye cesaret ettim. Bu, ‘düşündüğüm şeyleri bana verildiği için mi düşünüyorum?’ diye sorgulama cesareti idi. Böyle bir başlangıç olmuştu benim için felsefe dersleri. Derslerde kafamda ‘düşünüyorum’ rüzgarları esmeye başlarken; bir yandan da kızımın, arkadaşlarının bazen bana, bazen başka birilerine, bazen kendi aralarında sordukları öyle sorular var ki, duyuyorsunuz, derslerde o büyük büyük konu başlıkları altında sorulan sorulardan hiçbir farkı yok. E o zaman ben felsefeden birilerine bahsedeceksem, bunlar çocuklardan başkası değil.
“Hayatımın dönüm noktası” dediğiniz şey neydi?
İlk olarak, bir önceki süreci söyleyeyim. Benim için bu şirket hayatı tamamen programlanmış şekilde sürdürdüğüm bir şeydi sanki. Ben bir programa uyuyordum orada. Ne oldu? Bir şirkette çalıştım, yükseldim, yönetici oldum, yöneticilikten yükseldim ortak oldum, ortaklık bitti kendi şirketimi birkaç ortakla kurdum. Yani aslında bir açıdan baktığınızda o “zirve” diye düşüneceğiniz noktaya vardım ve baktığımda hiçbir yerde olmadığımı gördüm.
İnsanlar hayatlarında çok radikal kırılmalar yaşar. Bazen bir ölümden, bazen bir boşanmadan, bazen büyük bir yastan sonra. Ama bende öyle olmadı olay. Kısacası benim için dönüm noktası; zirveye vardığım an oranın hiçbir şey olmadığını görmek. Yalnız şunu bilmenizi isterim. Böyle bir dönüşü gerçekleştirebilecek şartlara sahiptim. Aslında bir anlamda şanslıydım.
Tüm dünyada sevilerek okunan bir dizi yaratmayı başardınız: Çıtır Çıtır Felsefe Dizisi. Peki, felsefeyi çocuklara anlatma fikriniz nasıl doğdu? Neden yetişkinler yerine çocuklar?
İnsanlara baktığımızda göreceğimiz şey, felsefe yapma yaşında olan bireylerin sadece çocuklar olduğudur. “Felsefe yaşı yapma” dediğimiz yaş, çocukluk. İstinasız tüm çocuklar felsefi sorgulama sürecindeler ve bunların arasından sadece bir kısım çocuk bu sorgulamayı sürdürebiliyor hayatında. Benim burada kendime yüklediğim rol, eğer yapabilirsem olabildiğince çok çocuğun bu süreci hayatlarında devam ettirmesini sağlamak. Yani bir anlamda diyebilirim ki, küçük tohumlar dikmek ve o tohumların hiçbir zaman kıraç bir toprağa düşmeyeceğini ummak.
Sizce bir çocuğun felsefeyi bilmesi ona ne gibi katkılar sağlar?
Her şeyden önce “Eleştirel aklın inşası.” Yani kendini yaratmak ve kendin olabilmek.
“Eleştirel aklın inşası” nedir?
Bu tanımlamadan kastım, size verilen her şeyi çiğ çiğ yutmamak, söylenen her şeyi olduğu gibi kabul etmemek.
İnsan ırkına baktığımızda, hayvandan farklı olarak çok değişik bir şey görüyoruz. Bir hayvanın özerk hale gelmesi için bazen 1 ya da 2 yıl yetebiliyor; ama insan için bu 10, 13, 20 yıl olabiliyor ve ancak ondan sonra kendi hayatına sahip çıkabilen, ailesinden kopabilen bir canlıya dönüşebiliyor insan. Bu çok uzun süreçte çocuklara itaat etmeyi öğretiyoruz. Çocuk kime itaat ediyor? Ebeveynlere, öğretmenlere… Peki, bu neden böyle? Çünkü çok fazla şeker yediği zaman dişinin çürüyeceğini o bilmiyor, ebeveyn biliyor. Belli bir saatte yatmazsa ertesi sabah uyanamayacağını o değil, ebeveyn biliyor. Dolayısıyla belli bilgiler yüzünden çocuğun itaat etmesini beklemek normal bir beklenti haline geliyor; ama burada da şöyle bir şey ortaya çıkıyor. Çocuğun itaat etmesini beklerken, ona kendi kendine hareket etmesini sağlayacak aletlerin verilmesi gerekiyor. Aslında yapılan şey, bu zorunlu boyun eğme sürecinden çıktığında çocuğun hayata eleştirel bakmasını sağlayacak aletleri ona vermek. Söz konusu bu dengelemeyi çocukluktan yapmazsak, otonomiyi, özerkliği elde ettiği anda birey dini liderlere, siyasi liderlere sorgusuz sualsiz itaat eder.
Çıtır Çıtır Felsefe’yi yaratırken en çok hangi konularda zorlandınız?
“Güzellik ve Çirkinlik” kitabını yazarken çok zorlandım. Çünkü estetik felsefe zor bir konu. Her şeyden önce bu benim için karmaşık bir konu. Bir de “Özgürlük” konusu çok zor bir konuydu. Çünkü çocuklarda çok hızlı bir şekilde yerleşen özgürlük anlayışı var. O da nedir? Özgürlük demek ‘istediğim her şeyi yapabilirim’ demek. Çocukta, felsefedeki haliyle özgürlük kavramını oluşturmak istiyorsanız, önce ondaki özgürlük düşüncesini yapı taşlarına ayırmak ve sonra o bozduğunuz yapı taşlarıyla özgürlük kavramını yeniden inşa etmeniz gerek. İki aşamalı olmak zorundasınız. Çünkü özgürlük konusu baktığınızda çoktan işgal edilmiş bir toprak parçası gibi. Aynı durum “Adalet” konusunda da var. Çocuklara adalet dediğiniz zaman anladıkları ilk şey ‘her şeyin herkes için eşit olması.’ Dolayısıyla önce bir kazağı sökmeniz ve yeniden örmeniz gerekiyor.
Peki, Felsefe dilini çocukların anlayabileceği seviyeye indirgemek zor olmuyor mu?
İşte bu dediğiniz şey çok zor. Aslında yaptığım çalışma, ifadeleri basit hale getirmek; ama içeriği basitleştirmeden.
Belli sözcükleri seçme çalışması var. Çalışmalarımın en zor kısımlarından biri çocuk anlasın diye şekle vereceğim önemle içeriğe kıymamak. Bu nedenle görmüşsünüzdür, kitaplar 2 kişi tarafından imzalanıyor. Ben yazar olarak varken, 2 tane de felsefe hocam var: Dupont Beurier ve Michel Puech. Okuduğunuz metinler, aslında aramızdaki büyük gerilim sonucu ortaya çıkan şeyler. Bazen gerçekten bir kavramı kitaba oturtmak için akla karayı seçiyorum ve hatta bazen ‘bu fikir çocuk için çok da önemli olmayabilir’ diye kavramı çıkarır gibi yapıyorum. Bunu danışmanıma söylediğim zaman “Sen nasıl bunu çıkarırsın” diye kızıyor bana ve haydi bakalım çalışma baştan başlıyor. Umarım tüm bunların sonucunda ortaya çıkan şey iyidir. Siz ne diyorsanız o.
Kitap yazma süreciniz nasıl oluyor? Kitabın konusunu neye göre seçiyor, seçtikten sonra nasıl bir yol izliyorsunuz?
Konuları seçme kısmı, en kolay kısım. Çünkü onlar zaten klasik felsefenin konuları. Kitaplarımı yazma sürecim ise, aslında yazmayla başlamıyor. Öncelikle felsefe öğretmenlerim bana konuyla ilgili sözlü aktarımlar yapıyor, yani dersler veriyor. Derslerimiz ne zaman biterse, notlarımı alıyor ve tek başıma yazmaya başlıyorum. Ben bitirdikten sonra onlara ulaştırıyorum, onlar okudukları metinler üzerine notlarını veriyorlar bana. Bazen gelgitler yaşıyoruz, oturup birlikte okuyoruz metinleri. İkimiz de “Tamam” dedik mi, yayınevine gidiyor metin.
Size çok genel bir örnek vereyim. Eğer düzenlediğimiz Çıtır Çıtır Felsefe Günleri’ne katılmış olan bir öğretmen varsa o öğretmenler genelde bana şunu söylüyor: “Vay canına çok şaşırdım, onların bu kadar dinleyip, böyle şeyler söyleyebileceklerini hiç ummazdım.” Bu yorum beni çok üzüyor. Çünkü bu yorumun devamlı gelmesi, yetişkinlerin çocuklarla konuşabilecekleri konular hakkında ne kadar az fikir sahibi olduklarını, çocukların aslında ne kadar çok şeyle ilgili olabileceklerini ve ilgilendikleri her şey üzerine söyleyecekleri çok şey olduğunu görmüyor oluşlarını anlatıyor.
Aslında çocuğun entelektüel kapasitesini bilmiyoruz. Onlara bir ülkenin nehirlerini, dağlarını ezberlediklerini kontrol etmek amacıyla sorular sorduğumuzda onları ne kadar zorladığımızı farketmiyoruz; ama hayatın temel konularını sorgulamak söz konusu oldu mu “Çok zorlamıyor muyuz?” diye paniğe kapılıyoruz. Ben de bunun çocukları küçümseyici bir şey olduğunu düşünüyorum.
Bu günlerde ayakkabılarınızı çıkartıyormuşsunuz?
Çocuklarla bu etkinlikleri yaptığımızda öncelikle yere oturuyoruz ve ben ayakkabılarımı çıkarıyorum. Burada çocuklara şunu göstermek istiyorum: Aslında ayakkabılarım olmadan çok daha iyi düşünebiliyorum. Bir gün çocuklar bunu sorguladı ve bir tanesi “Çıkarıyorsun çünkü fikirlerinin orada sıkışıp kaldığını düşünüyorsun” dedi ve ben ona haklı olduğunu söyledim. Tam da bunun üzerine akıl ve beden konusu üzerine bir tartışmaya girdik, hatta bedensel özgürlükle zihinsel özgürlüğün paralelliği üzerine konuştuk.
Dizinizin dünyada ve Türkiye’de bu kadar çok sevilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tabii ki bu soruya en güzel cevabı, diziyi okumuş olan çocuklar ve onlarla birlikte okuyan ebeveynler, öğretmenler verir. Benim diyebileceğim ise şudur: Çağımızda çocuklar çok fazla şeye temas ediyorlar. Görüyorlar, duyuyorlar, maruz kalıyorlar ve dolayısıyla sordukları sorular da günden güne artıyor. Bir noktadan sonra ebeveyn ve öğretmenler de bu sorulara yanıt vermekte güçlük çekiyor. İşte Çıtır Çıtır Felsefe Dizi, bu anlarda sorgulamaya eşlik edecek bir alet çantası görevi görüyor.
Bir Fransız okuluna yapmış olduğunuz etkinlik gününün sonunda sınıf öğretmeni size, sınıfını o gün keşfettiğini söylemiş. Sizce birbirimizi keşfetmek için
neler yapılmalı?
Birbirimizi keşfetmeden önce, karşılaşmamız ve bir araya gelmemiz gerekiyor. Karşılaşmak için de önce kendimizden çıkmamız gerekiyor. Bu da şu demek; diğerine doğru bir adım atabilmek.
“İyi sohbetler öğrencilerin davranışlarında dönüşümlere sebep olabilir” diyorsunuz. “İyi sohbet” nedir?
Bu sohbet her şeyden önce, çocuğun değerlendirmeye tabii tutulduğunu, hele hele yargılandığını hissetmediği özgür bir sohbet olmalı. Çocuk, karşısındaki yetişkinin, zaten o yetişkinin bildiği bir sorunun cevabını kendisinden beklediğini hissetmemeli. Çocuk, eğer kendisinden net bir cevap beklenmediğini bilirse düşünmeye başlar. Çünkü karşısında onu hapseden bakışlar yoktur. Bütün bu değerlendirme ve yargıları bir köşeye bırakıp çocukla konuştuğunuzda, onun kendini ifade ettiğini görürsünüz. Bu ifade bir cevap bulduğu zamanda ise, çocuktaki güven artışını fark edersiniz.
Keşke öğretmenler haftada ya da 15 günde bir, sınıflarından çıkıp başka bir odada öğrencileriyle eşit mesafede çember oluşturarak yere otursalar ve bütün o ‘bildiklerini transfer eden yetişkin’ statüsünden ayrılıp, konu önemli olmaksızın çocuklarla bir sohbete girseler. İşte o zaman bu savları ileri sürme, fikirleri paylaşma ve diyalog kurmayı oturtmuş olurlar.
Benim kullandığım bir kavram var: ‘mikro eylem.’ Mikro eylem, bir şeyleri değiştirmek, çözüme ulaşmak için büyük sistemleri, büyük yapıları değiştirmeye çalışmamak. Koca bir sistemi değil de, sistemin içindeki küçük parçaları değiştirmeye çalışmak.
Gezdiğiniz ülkelerde çocukların düşünce sistemi ve sordukları sorular hakkında farklılıklar gözlemlediniz mi?
Tek farklılık o dönemde o ülkenin içinde bulunduğu bağlamı. Yaşanılan olaylar, bir olayın öne çıkması ve çocukların o olaya çok fazla maruz kalması. Sordukları sorularda o olaylar öncelik kazanıyor tabii ki. Bunun haricinde sorgulamayı asıl tetikleyen ölüm, yaşam, eşitlik, çirkinlik ya da güzellik, adalet ya da haksızlık gibi konular hiçbir yerde değişmiyor.
“Daha az akademik olanın parlamasına şans vermek istiyor” ve bu bağlamda çocuklarla buluşuyorsunuz. Bu ortamın daha fazla yaratılması için neler
yapılabilir ya da neler yapılmalı?
Mesela burada yaptığımızı yapabiliriz. Felsefe üzerine konuşuyoruz, konuştuğumuz şeyler üzerine düşünüyoruz ve siz bunları çocuklarla ve çocuklarla iletişime geçecek insanlarla paylaşacaksınız. Fikirlerimizi paylaşırken temeli yakalayarak esasa ulaşmak ve bunları kitaplarla çevremize yaymak, paylaşmak ve iletişime geçmek önemli olan.
Aslında bu biraz önce bahsettiğimiz “Mikro eylem” kavramıyla paralellik gösteriyor bir yerde.
Kesinlikle. Benim dikkatimi çeken şey, bir şeylere karşı olmak için harcadığımız aşırı enerji. Sürekli o karşı durduğumuz şeyin değişmesini istiyoruz. Hayır, bir şeyin yanında olarak ve aynı zamanda bir şeyler yaparak değişimi sağlayabiliriz. En büyük hatamız, büyük olanın bir şeyler yapmasını beklemekte. Doğruyu biliyorsak, var olanın yanında durarak da doğru olanı gerçekleştirebiliriz.
Gelecekte ebeveynleri ve dolayısıyla da çocukları bekleyen en büyük tehlikenin ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Kafamda bir ‘tehlike’ kavramı var evet. Anne baba arasındaki mutsuzluk bir kere çocuğu çok gerer. Belki ebeveynlerin burada yapması gereken, çocukların kendilerini inşa etmelerinde onlara güven aşılamak ve bunu yaparken de yetişkin dünyasına ait sıkıntılarla onları doldurmamak.
Yetişkin hayatlarımızda da bize güvenilsin, inanılsın isteriz. Bu bizim sevdiğimiz insanın bize güvenmesidir, belli bir yaşa kadar anne babanın güvenmesidir, patronumuzun bir işi başaracağımıza dair olan güvenidir. Çocuklar da böyle. Onlar her şeyden önce, kendilerine güvenilsin istiyorlar. Mesela, çocukların sık bir şekilde “Aman Allah’ım bu çocuklar ne yapacak, boşanmalar bu kadar artıyor”, “İşsizlik çok artıyor sizi neler bekliyor?” ya da “Dünya çok kirlendi bunlar nasıl soluk alacak?” gibi şeyleri duydukça taşıyacakları yükleri düşünün bir.
Eğitim sistemini siz belirleseydiniz bu nasıl bir sistem olurdu?
Eğer böyle bir iktidara sahip olsaydım çoktan yozlaşmıştım. Çünkü büyük ilerlemelerin her zaman aşağıdan geldiğine inanıyorum, yukarından değil.
Tarihe de baktığımızda görüyoruz ki hiçbir büyük gelişme aslında büyük yapıların “Bu böyle olacak” demesiyle olmadı. Şu anda Amerika’da ırkçılığa karşı kanun diye bir şey varsa bunu hiçbir iktidar sahibi yapmadı. Bu, Amerika’daki milyonların Martin Luther King’le birlikte yürümeleri sayesinde oldu. Bir şeylerin değişimi demek, bir sürü küçük mikro eylemin bir araya gelmesi demektir.
* Brigitte Labbé’ye bu güzel röportaj için çok teşekkür ederiz.