Kültür Sanat

Emir Gamsızoğlu

Piyanist ve besteci Emir Gamsızoğlu, birçok ülkede önemli müzisyenlerle verdiği konserler, beste çalışmaları ve projeleriyle çok yönlü bir sanatçı. Uzun yıllardır klasik müziği hem çocuklara hem büyüklere sevdirmek için “Herkese Klasik” ve “Çocuklar için Notada Yazmayanlar”ı düzenliyor.

 

Müziğe başlama öykünüz ilgi çekici, 20 yaşına kadar profesyonel olarak basketbol oynayıp, bıraktıktan sonra piyanoya başlıyorsunuz. Basketbolu bırakmasaydınız, piyanist olur muydunuz?

 

Basketbolda benim boyumda bir basketbolcunun büyük başarı elde etmesi imkânsız değil ama zordu. Antrenörlerim bu başarıyı kazanabilecek birisi olarak gördüğü için bana yatırım yaptılar ama o dönemde yaşadığım sakatlık sırasında müzikle gelişen ilişkim, basketboldan bilinçsiz bir şekilde kopmama neden oldu. Sakatlığımdan sonra basket oynamaya devam ediyordum ama günde sekiz saat piyano çalmaya başladım, antrenman yapmama zaman kalmıyordu.

 

Basketbol gibi hareketli bir spordan müziğe geçmek nasıldı?

 

Çok küçük yaştan itibaren basketbol oynadığım, her gün antrenman yapmaya alışık olduğum için sporcu disiplini müzik eğitimime de yaradı. Piyanist olarak da disiplinli şekilde, hatta bir sporcunun çalışabileceğinden çok daha uzun saatler çalışmanız gerekiyor. Sporda zorlanmaya başladığım dönemde, müzik yeni bir kapı oldu benim için.

 

Klasik müzik eğitimi çok erken yaşlarda başlıyor, siz de geriye baktığınızda keşke erken başlasaydım diyor musunuz?

 

Bir bale okulunda büyüdüğüm için çocukluktan itibaren klasik müziği hep duyuyordum. Annem, küçük yaşta bir ay piyano dersi aldırtmayı denemişti ama 4-5 yaşındayken top oynamak daha neşeli geldi. O zamanki piyano hocamın yetenekli olduğumu düşünmesine karşın, annem de anneannem de eğitimci oldukları için herhangi bir ısrar göstermek istemediler.

 

Geç başlamam piyanistlik tekniği olarak bana sorunlar yaşattı ama yine de daha erken başlasaydım demiyorum, böyle olmasından çok memnunum, çünkü kendi seçimlerimle oldu, bana sunulmuş dayatılmış bir eğitim yoktu. İsteyerek yaptığınız kadar kıymetli, zevkli bir öğrenme yolu yok.

 

Müzik eğitiminiz nasıl ilerledi?

 

Annem Oya Ölçen bale öğretmeni olduğu için piyano da çalıyor. Bir gün Chopin’in bir valsini çalıyordu. Ben de o sırada sakat olduğum için sıkıntıdan patlıyorum ve o dışarı çıkınca, bütün gün oturup o duyduğum Chopin Vals’i çalmaya çalıştım. Akorların bazılarının çevrimlerini, bazı notaları yanlış olarak çalsam da annem çaldığımı duyunca çok şaşırdı. Birkaç hafta içinde yedi tane Chopin valsi öğrendim kendi kendime. Annem ciddi bir eğitime yönelmemi önerince, ilk hocam Ova Sünder’le tanıştım.

 

Bir yıl içerisinde bütün sınavları geçip, konservatuvara üniversite seviyesinden girdim. Hayatınızın ilk 20 senesinde müzikle ilgili bir şey yapmadığınız zaman, birtakım şeyler ilk başlarda boşluklarla ilerliyor. Fakat zaman içerisinde o boşlukları doldurma fırsatım oldu. Özellikle Fransa’ya Hüseyin Sermet’le çalışmaya gittikten sonra hayatım çok değişti.

 

Konservatuvarda birebir ders aldığınız için hocanız sizin her şeyinizdir. Ova Hanım’ı çok seviyordum ama konservatuarı sevmiyordum. Okulların, tüm eğitim sistemlerinde olan hiyerarşi ve bürokrasiyi yalnızca devlet kurumları ve askeriyede bulursunuz. Bir şeyi kalıplara koymaya başladığınız zaman hepsi tek tip oluyor. Hâlbuki insanların hepsi aynı şeye ihtiyaç duymuyor. Konservatuvar da okul sistemini çok iyi açıklıyor, ismi de konserve etmekten, bir şeyi olduğu gibi muhafaza etmekten ve onu bir adım ileri götürmemekten geliyor. Faydasız yerler demiyorum ama bu çağda çok daha faydalı olabilecek bir eğitim sistemi olabilir. Eğitim kişilerin ihtiyaçları, yapmak istedikleri doğrultusunda çok daha “kişiye özel” olmalıdır.

 

Bu yüzden de konservatuarda 10 yıllık eğitimim sırasında yapamadığım ilerlemeyi Paris’te Hüseyin Sermet’in peşinde dolaştığım bir buçuk yıl içerisinde yaptım. Bu benim için önemli bir kariyer başlangıcı oldu, Avrupa’nın çok ünlü müzisyenleriyle sahneye çıkmaya başladım. Okul yapısı içerisindeki hiyerarşi sizin yapmak istediğiniz şeylere doğru gitmenizi engelleyecek çok fazla duvar koyabiliyor.

 

“Herkese Klasik” ve “Çocuklar için Notada Yazmayanlar” ile Ocak ayında İstanbul’daydınız. Uzun zamandır sürdürdüğünüz bu iki projeden söz eder misiniz?

 

Notada Yazmayanlar 11 yıl önce Mehmet Ali Alabora ile yaptığımız radyo programıyla başladı. Mehmet Ali ile radyoda klasik müzik üzerine neşeli sohbetimiz insanlara çok gerçekçi geldi. Klasik müzik hep önünde duvarı olan, öğrenmesi zor, snobların müziği olarak görülüyor. Halbuki öğrenmesi de yapması da karışık ama zor değil. İnsanların önünde böyle bir önyargı var, biz bu projeyle onu kırmaya çalışıyoruz.

 

Proje ile Türkiye çapında Anadolu şehirlerini gezdik, bu gezilerimizde klasik müziği hiç bilmeyen birisinin, klasik müzikle nasıl ilişki kurabileceğine ilişkin bir sürü fikrimiz oldu.

 

“Herkese Klasik”, ABD’de “Classical for All” adıyla sürüyor ama büyük kitlelere hitap etmiyor. Bu çağda bilginin kulaktan kulağa ilerlemesi çok kolay, demokrasi de küçük toplumlarda işliyor. Eğitim de küçük gruplara üst düzeyde verilebilir. Kişilerin klasik müzikle ihtiyaçlarını karşılayan bir proje bu. Hemingway’in deniz yıldızlarını attığı hikâyesindeki gibi, ben ancak ulaşabildiğim kişilere ulaşmayı deniyorum.

 

“Herkese Klasik” programına müzisyenler de geliyor. Örneğin; bir müzikolog, hiç bakmadığı bir yerden bakıyor. Onun yanında bir iş kadını, klasik müziği seviyor ama daha derinlemesine anlamak istiyor. Hiç klasik müzikle ilişkisi olmayan kişiler de programa geliyor.

 

Belli bir şablonumuz yok. Kişilerin ihtiyaçları doğrultusunda klasik müzikle ilişki kurmalarına dair bir sistem yaptık. Ben bazı parçalar çalıyorum, orkestral parçaları kayıtlardan dinliyoruz, teoriye ilişkin konuşuyoruz. Gruptaki kişilerden biri ‘Bestecilerin hayat hikayeleri ilgimi çekiyor, bu da beni müziğin içine çekiyor’ diyorsa, o konuya derste daha fazla yer veriyoruz.

 

Kişisel müzik çalışmalarınız nasıl ilerliyor? Piyanistliğin yanı sıra besteci kimliğiniz de var…

 

Piyano resitalleri, oda müziği çalışmalarımın yanı sıra Alla Turca ile Devr-i Alem albüm projesi ve New York’taki ufak bir kafe, Cafe Vivaldi’deki konserler ve beste çalışmalarım, üzerinde çalıştığım projeler.

 

Konservatuara başladığımda da beste yapıyordum ama besteciliği anlayıp o işi icracı olarak yapmak için deniyordum beste yapmayı. Besteci olmak çok özel bir şey diye bir duvar çekiliyordu önünüze ve benim için o duvarı yıkan, Pulitzer ödüllü besteci David Del Tredici oldu. O da bana konservatuarda kompozisyon dersleri veren besteci Mete Sakpınar’ın söylediği gibi “Beste yapmaya devam et. Doğal olarak bestecisin ama bunu yapıp öğrenmen gerekiyor.” dedi. İki yıl kadar onun derslerine girdim ve “Türk bestecileri niye yazmıyorlar?” diye hayıflandığım, ‘lied’ (şarkı) formunda eserler yazmaya başladım.

 

‘Lied’ romantik dönemde Schubert’in başlattığı Alman şarkı sanatı, Türkçe’ye “sanat şarkısı” olarak çevriliyor. Müzik ve şiirin söyledikleri uyumlu olarak yeni bir sanat formu oluşturuluyor. Ben de Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirleri üzerine lied’ler yazmaya başladım. Bu şarkılar “Alla Turca ile Devr-i Alem” albümünün içinde yer alacak. Bu albümde çeşitli müzisyenlerle birlikte çalışıyoruz ve albüm dinleyici destekleri ile yayınlanacak.

 

Bunların dışında Mehmet Ali Alabora, eşim Ege Maltepe ve başka sanatçılarla değişik disiplinleri bir araya getirdiğimiz gösteri formlarında işler yapıyoruz. 2010’daki ‘Chopin’in 200. Yaş Günü Partisi’ isimli sahne gösterisi bunlardan biri. Şu an üzerinde çalıştığım büyük bir eser var. Alt metninde büyük dinlere göndermeler olan, müziğin, performansın operanın, dansın, virtüöz müzisyenlerin olduğu bir gösteri formu üzerine çalışıyorum.

 

Müzik ve şiir başta olmak üzere sanat yaşamınızda sizi etkileyen, ilham kaynağı olan isimler kimler?

 

Orhan Veli, Nazım Hikmet, Cahit Sıtkı Tarancı, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu sayabilirim. Hatta şu an Bedri Rahmi’nin uzun bir şiiri üzerine beste çalışması yapıyorum, New York’ta yaşayan ve sanata düşkün iş adamı Ekmel Anda’ya ithaf edeceğim, kendisi Bedri Rahmi’ye çok düşkündür. Çok fazla sevdiğim besteci var. Yine de Bach, Mozart, Beethoven, Schubert benim için apayrı bir yerde.

 

Modern dönem bestecileri arasında birlikte çalıştığım, neo romantisizmin babası David Del Tredici’nin eserlerini çok seviyorum. New York’ta Steven Burke, David Shohl gibi çok önemli ama küçük mekanlarda konserler veren bestecileri takip ediyorum. Piyasa içinde var olmayan, kendi şahsiyetlerini ortaya koyan isimler daha çok ilgimi çekiyor. Örneğin; tangoyu klasik müzik ile birleştiren, Arjantinli beseteci Marcelo Nisinman gibi.

 

Türk bestecilerden Kamran İnce’yi çok seviyorum. Yazdığı senfoniler, piyano eserleri ve oda müziği eserleri hoşuma gidiyor. Yaşayan besteciler arasında Evrim Demirel ve Arda Agoşyan’ı da sayabilirim.

 

Etkilendiğim en önemli alan tabii ki sporcular. Sanatçı olarak yaşıyorum ama hayatımın ilk 20 yılı sporcularla geçti, sporculuğu ayrı bir yere koyuyorum. Yarışmadan çok, sporcu ahlakına, kararlılığına, yardımseverliğine ve sporcuların beraber hareket etmesine, takım oyununa çok hayranım. Çocukluğum, NBA’de benim boyunda olan Mark Price isimli basketbolcuya hayran olarak geçti. Boston Celtics’i hiç sevmem ama Larry Bird hala en büyük idolüm. Sporculuktaki ahlak, tavır beni çok cezbediyor ve yaptığım şeylerde de onu korumaya çalışıyorum.

 

“Herkese Klasik” programının çağrısında, “Klasik müziğin çocuklara sevdirilmesi için önce ebeveynler sevmeli” diyorsunuz. Çocukların klasik müziğe yönelmesi için nasıl bir yol izlenmeli?

 

Çocuklar annesi babası ne dinliyorsa onu seviyor. Tabii ki ergenlik döneminde bu durum değişiyor, gelişiyor ama baştan bir alışkanlık edinmekten söz ediyorum. Bu anlamda sizin anlayıp sevdiğiniz ve değer verdiğiniz şeylere çocuğunuz da değer veriyor.

 

Başta söylediğim gibi, benim eğitimle ilgili düşüncem, bir şey öğretilmez; ancak öğrenilir. Siz benden bir şey öğrenmek istiyorsanız, öğrenememeniz gibi bir durum yok. Öğrenme arzusu yaratmak için de, o insanın neyle ilgilendiğine dikkat etmek lazım. Buna bebeklik çağı da dâhil.

 

Ebeveyn olarak çocuk neye ilgi duyuyor, önce onu tespit etmek lazım. Beş yaşında bir çocuğunuz var ve eve bir piyano hocası çağırdınız, ama çocuğunuz onla bir şekilde ilişki kuramıyor, korkuyor, çekinmekten bir şey yapamıyor ve hiç sevmediğini söylüyor. Ancak beraber iyi vakit geçirdiği kişi, çocuğunuzun öğrenmesine sebep olabilir. Sevdiği kişiyle bir arada olup müzik yapmak başka, “Bu senin için çok önemli. Bunu yapman gerekir çocuğum. Bu hoca gelecek, dersini çalış” diye yapılması başka. Önemli olan hocayla ilişki kurabilmesi. Öğrenmek istediğimiz şeyi çok kolaylıkla öğreniyoruz.

 

Diğer yandan, kişi müziği derinlemesine anlamadıysa, onun için hoş bir seda olarak kalır. Kişi müzikte kendine dair bir şeyler bulabiliyorsa, ki klasik müzik içerisinde bulmama ihtimali yok, gerçekten samimi ilişki kurabildiyse, başka bir şey söylemeye gerek yok. Biz sevdiğimiz şeyleri başkalarıyla paylaşmak isteriz. Çocuğunuz varsa doğal olarak sevdiklerinizi öğretme arzusunda olursunuz. Ona geçirmek istediğiniz, sizin samimiyetle ve derinlemesine bildiğiniz şeyse, bu zaten doğal bir eğitimdir. Ancak siz sadece toplum bunu kaliteli bir şey olarak gösterdiği için dinliyor, içtenlikle dinlemiyorsanız onu çocuğunuza geçirmeniz mümkün değil.

 

Klasik müzik insana ne katar?

 

Doğu müziği tek ses üzerinden küçük renkler aramak, tek mesele üzerine ayrıntıları düşünebilmek için faydalı olabilir. Batı müziği ise başkalarıyla uyum içerisinde o ayrıntıları kovalayabilmek, toplum olarak bir arada uyum içinde bulunmak, şahsiyetimizi kaybetmeden başkasına uyum göstermek gibi konularda yardımcı olabilir.

 

Hem müzisyenler, hem dinleyiciler olarak Doğu müzikleri ve Batı müziklerinin aynı oranda faydası ama farklı etkileri var. İkisini de derinlemesine anlamak, insanın daha çok yönlü düşünebilmesini, hayata çok yönlü bakabilmesini sağlıyor.

 

Sesler birbirleriyle uyum içerisinde, ama her ses kendi şahsiyetini koruyarak yazıldığı zaman iyi klasik müzik eseri oluyor. Bu da bir toplum tavrı olarak çok önemli bence. Batı toplumlarındaki şu anki karmaşayı, başkalarıyla uyum içerisinde yaşamayı bilmeyen kişilerin çoğalmasını da, klasik müzik dinleyicisinin azalmasına bağlıyorum.

 

Bir evdeki klasik müzik kütüphanesinde -yeni dinleyecek olalım, ya da çocuğumuzla birlikte başlayacak olalım- neler olmalı sizce?

 

Bu durum kişiye göre değişir. Bach, Mozart, Beethoven’in olmadığı bir klasik müzik arşivi düşünemiyorum. Hepimizin ilgi duyacağı müzikler farklı, deneme yanılma yoluyla bulunabilir, çocuğunuza dinlettiğiz zaman sıkılıp gidiyorsa doğru seçenek o müzik değildir.

 

Örneğin “Notada Yazmayanlar”da çocuklar saklamıyor, “Sıkılan var mı?” dediğimizde bazen “Çok sıkıldık” diyorlar. Ama şimdiye kadar sıkılanlar sıkılmayanlardan fazla olmadı, biz de kalkıp gitmedik, ama bir gün değişirse bırakabiliriz. Zira klasik müziği herkes sevmek zorunda değil. Her gittiğimiz yerde söylüyoruz ulaşılması gereken ulvi bir şey de değil. Hayattaki bir seçenek ve çok güzel bir seçenek. Deneyip, anlamaya çalışıp, tercih yapmak daha akılcı.

 

Yorumları Göster

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir