“Kayıp Balık Nemo”nun hikâyesi, yönetmen/yazar Andrew Stanton için çok özel. Kendi hayatında yaşadığı olaylardan esinlenilmiş.
1992 yılında ziyaret ettiği Deniz Dünyası, ona bilgisayar animasyonuyla su altı dünyasında yakalayabileceği inanılmaz fırsatları düşündürmüş.
Bu, “Oyuncak Hikâyesi”nden 3 yıl önceymiş ama Stanton’ı böyle harikulade bir dünya yaratma fikri büyülemiş.
Bulmacanın bir diğer parçası da, Stanton’ın küçükken gittiği aile diş hekiminde gördüğü akvaryuma dair anıları. Balıklara bakmak için diş hekimine gitmek için can atarmış.
Stanton anlatıyor: “Balıklar için, okyanustan sonra ne tuhaf bir yer burası. Evlerini hiç özlemiyorlar mı acaba? Bu balıklar kaçmaya çalışır mı veya okyanusa geri döner mi?” diye düşünüyordum.
Bulmacanın son parçası, Stanton’ın oğluyla olan ilişkisi olmuş.
Kendisi anlatıyor: “Oğlum beş yaşındayken onu parka götürürdüm. Uzun saatler boyunca çalışıyordum ve onunla yeterine vakit geçiremediğim için vicdan azabı çekiyordum. Yürürken içimden “seni özlüyorum, seni özlüyorum” diye geçirirken, dışımdan oğluma “ona dokunma, bunu yapma. Düşersin” deyip duruyordum. Sonra içimden üçüncü bir ses “şu an oğlunla geçirdiğin vakti boşa harcıyorsun” dedi. O andan itibaren “korku, iyi bir babanın, iyi bir baba olmasına engel olabilir” düşüncesine taktım. Bunu kabul edince de tüm parçalar yerine oturdu ve hikâyemiz ortaya çıktı.
“Nemo”nun evrimindeki bir sonraki aşama, hikâyeyi akıl hocası ve meslektaşı John Lasseter’a anlatmak olmuş. Stanton, fikrini satmak için bir oda dolusu detaylı görseli ortaya yaymış. Bir saat sonra bitkin düşmüş Stanton, Lasseter’a ne düşündüğünü sormuş. Lasseter’ın cevabı “ ‘Balık’ dediğinde ikna olmuştum zaten” demiş.
Lasseter anlatıyor: “Andrew’un masasında bir çizim vardı. İki küçük balık, devasa bir balinanın yanında yüzüyordu. Bu, hep hoşuma gitmişti. Anlattığına göre bu, hep düşündüğü bir şeymiş ama tanıtım toplantısına kadar hakkında başka bir şey duymamıştım. 1980’den beri dalgıcım ve su altı dünyasını çok severim. Bu fikri ortaya attığında, harika olacağını biliyordum. Pixar’da, filmlerimizin konusunun ortama uygun olmasıyla gurur duyarız. “Balık” ve “su altı” dediğinde bu filmin harika olacağını gerçekten biliyordum.
Lasseter ekliyor: “Andrew harika bir hikâye anlatıcı. Filmin önceden tahmin edilmemesi için elinden geleni yapıyor. Bunu tüm filmlerimizde yaptı. O konuda ondan çok şey öğrendim. Bir şeyin fazla duygusal olduğuna inanırsa, bunu sürpriz bir şekilde değiştirir. Samimiyetsizlikten bir şekilde samimiyet yaratır ama kalpsiz denecek kadar bir samimiyetsizlik değil bu. Bunun biraz alaycı bir yanı var ama nihayetinde yaptığı şeyin en temelinde samimiyet var.”
Stanton özetliyor: “Anlatıcının baba olduğu bir hikâye anlatma fikri beni heyecanlandırdı. Bu bakış açısından bir animasyon film izlediğimi sanmıyorum. Bunu yazmak istedim çünkü o hikâyeyi anlatabileceğimi biliyordum.
Aynı zamanda okyanusun hayatın harika bir mecazı olacağını düşündüm. Orası dünyanın en korkutucu ve ilgi çekici yeri çünkü orada her şey olabilir. Bu iyi bir şey de kötü bir şey de olabilir. Bu konuyla oynamak ve hikâyede, kendi korkuları ebeveynlik becerilerine engel olan bir baba olması çok hoşuma gitti. Daha iyi bir baba olmak için bu konunun üstesinden gelmedi. Onun, okyanusun ortasında, hayatta karşılaşmayı asla istemeyeceği şeylerle karşılaşması, tam bir eğlence fırsatıydı ve buna rağmen daha derin konulara da değinmemize müsaade etti.”
Stanton ekliyor: “Babam, ebeveynlik konusunda bana iyi bir tavsiye verdi. Dedi ki: ‘Ya onların ebeveyni ya da arkadaşı olursun. Bu, zor bir seçimdir. Birini seçeceksin.’ Bu ömür boyu sürecek bir ikilem ve filmde bu gerçeğe yer vermek çok hoşuma gitti. Pixar’da grubun en eleştirel kişisinin ben olduğum söylenir. Bir şeyin saçma ve ahmakça olmaya başladığını ilk ben söylerim. Buna rağmen duygu gerçekçiyse, muhtemelen grubun en romantiği de benim diyebilirim. Baba-oğul sevgisine dair bir hikâye fikri çok hoşuma gitti. Sonsuz bir çatışma içindeler.”