Terkedilmiş bir çiftlik, görkemli bir malikâne ve bu malikâneye ait eski bir tahıl ambarı… Bu ambarın ağır döşeme tahtalarının altında, kahramanımız kimsesiz ve küçük fare Lucia bir fare kolonisiyle birlikte yaşamaktadır. Büyük pençeleri, hançer gibi dişleriyle onları yalnız bırakmayan bir de kediler vardır bu evde farelere hayatı dar eden.

Fare halkı, adını bile ağızlarına almak istemedikleri bu bıyıklı “dehşet”lerle ve içine düştükleri bu “büyük korku”yla yaşamaktan bıkıp usanmıştır. Farelerin bilge lideri Diodorus bu korkuyu “Kahraman Fare Gil”in zaferlerle dolu hikâyelerini anlatarak dindirmeye çalışır. Fakat bu koloninin içinde yalnızca bir fare vardır ki bu “masallar”a inanmaz; küçük Lucia’nın arkadaşı genç Orlando bu korkudan kaçmak, bu kurmaca zafer hikâyeleriyle oyalanmak yerine bu korkuyla yüzleşmek, hatta mücadele etmekten yanadır.

Önce toplulukları içinde kurdukları düzende korkularını pekiştiren uygulamaları sorgulayarak başlar işe Orlando. Bu küçük fareler, adını bile ağızlarına almayarak her gün biraz daha büyüttükleri korkularıyla bu kedilerin hakkından acaba nasıl gelecekler dersiniz?

Almanya doğumlu yazar Rudolf Herfurtner, bu romanda aslında yüzyıllardır süren dünya düzeninin trajik bir resmini çiziyor. Doğumumuzdan itibaren bizlere enjekte edilen “korkuları”, bunlarla mücadele yöntemlerimizi, toplumların kendi yaratımı “kahramanlar”ı sorguluyor.

“Canavar kocamandı. Devasa pençeler. Devasa tırnaklar. Hançer gibi sivri parçalayıcı dişler. Dehşetin ta kendisi. Lucia’nın şimdiye kadar gördüğü en büyük, en korkunç hayvan. Aklında ise sadece tek bir şey var: Yemek… Lucia bunu biliyordu. Fareleri yemek. Minik, masum fareleri.”