Bir Daha Gelsem Dünyaya
Güneşli bir yaz sabahıydı. Güneşin bütün ışıkları dolmak istermişçesine sızıyordu odanın penceresinden içeri. Güneşin pırıltıları gibiydi genç öğretmenin duyguları da. Sabahın ilk saatleri, güneşin ilk ışıkları yeni umutların ve çalışmaların başlangıcıydı onun için. Masasına oturmuş o gün yapacağı işleri plânlıyor, önceliklerini belirliyordu. Kapısı çalındı o sırada. Orta yaşlı bir bey, bir bayan ve bir çocuk bekliyordu kapının önünde. Önce baba girdi içeri, hayatın bütün yükünü taşır gibi sanki omuzlarında, neyle karşılaşacağını bilmeyen bir insanın tedirginliğiyle süzerek etrafı. Anne gelmeye çalışıyordu arkasından. Ama pek de rahat gelemiyordu. Çünkü kızı çekiyordu eteğinden geriye doğru. Girmek istemiyordu içeriye. Annenin ısrarları ve çabaları sonucu içeriye doğru yöneldi. Anne önde o arkada girdiler içeriye. Kız annenin eteğine sıkıca sarılmış, arkasını da duvara dayamış olarak, kocaman yeşil gözleriyle süzdü bir anda içeride olup bitenleri.
Yedi sekiz yaşlarındaydı. Kıpkırmızı yanakları terlemeye başlamıştı. Ne olup bittiğini, nereye, niçin geldiğini anlamaya çalışan birinin telâş ve ürkekliği vardı bütün hareketlerinde. Ürkek bir kuş gibiydi âdeta. Yüreğinin çırpınışı bile yansıyordu sanki odaya. Belli ki yolunda gitmeyen bir şeyler vardı, çocuk için. Dünyayla ve insanlarla olan ilişkisi yolunda gitmiyordu. Esirgemişti doğa ondan bir güzelliğini. Öğretmen karmaşık duygular içinde çocuğu izlerken, baba sözlerine başladı. Nedenler, niçinler, pişmanlıklar, hastaneler, doktorlar, tedaviler, üzüntüler, küskünlükler, duygusal çöküntüler, sevinçler, mutluluklar, hayal kırıklıkları, hepsi vardı beş dakikalık konuşmanın içinde. Evet belli olmuştu o kırmızı yanaklı, kocaman yeşil gözlü, ürkek serçe kuşu gibi tavırlar içindeki güzel kızın tutumlarının nedeni. Çocuk işitme engelliydi. Çevresindeki o yoğun sis bombardımanını hiç mi hiç algılayamıyor, bu nedenle hiçbir sözel isteğimize tepki vermiyordu. İnsanların en önemli sosyal özelliği olan konuşma becerisini kazanamamıştı. Annesine, babasına, kardeşlerine, sıcak, sevecen ve çocuksu sesiyle bir defa bile seslenememişti. Anneciğim! Diyerek, sarılamamıştı kendisini doğaya armağan eden o fedakâr insana.
Tabi her ne kadar hissetsek de o insanların bakışlarından ve yüz ifadelerinden yaşadığı duyguları, yine de mümkün değil aslında anlamak, içlerinde kopan fırtınaları. Sohbet uzadıkça uzuyordu. Belki de baba, ilk kez duygularının bu kadar iyi anlaşıldığını düşünüyor olmalı ki; bardaktan boşanırcasına yağan yağmur gibi boşalıyordu duyguları dudaklarından. Anne, baba ve öğretmen arasında süren duygu yoğunluklu bu konuşmalardan sonra sıra çocuğun eğitim geleceği ile ilgili plânlar yapmaya gelmişti. Çocuk bir okula gönderilmeliydi, gönderilecekti. Fakat öğretim yılının ortasıydı. Bu nedenle gelecek öğretim yılına kadar çocuk için, okula hazırlama ve konuşma eğitimi programı hazırlandı. Randevular verildi, çalışmanın amacı anlatıldı aileye. Evet, zorlu bir uğraş başlamıştı, öğretmen ve güzel kız için. Günler, haftalar, aylar; çizgiler, harfler, sayılar; ses tanıma ve dudaktan okuma çalışmaları derken, üç dört ay geçmişti aradan. Pek de mesafe kat edildiği söylenemezdi aslında. Çünkü çocuk hiç hazır değildi. Sesin ne demek olduğunu algılayamıyor, konuşma gereğini, konuşarak iletişim kurulduğunu kavrayamıyordu. Ses denen bir şey yoktu dünyasında. Öğretmen usanmadı, sabırla devam etti çalışmalar. Bir kelime bile duymak çok önemliydi çocuğun ağzından.
Çalışmanın beşinci altıncı ayına gelindiğinde nihayet çocuk, çok basit birkaç kelimeyi dudaktan anlayarak ve resimlerden tanıyarak söylemeye başladı. Sesi keşfetti. Sesin ve konuşmanın anlamını kavramaya başladı. Öğretmen motive olmuş, daha bir azimle çalışmaya başlamıştı. Öğretmen, yapılan çalışmaların, harcanan emeklerin boşa gitmediğini, çok zor da olsa çocuğun konuşmayı da öğrenebileceğini aileyle paylaşmak istiyordu. Ve bir çalışmanın başlangıcında baba da alındı çalışma odasına. Çocuğun söyleyebildiği kelimeler gösterilecekti babaya. Öğretmen çocuğa dönerek, alçak bir ses tonu ve belirgin dudak hareketleriyle, babasını göstererek; ‘Baba’ dedi. Çocuk bağırarak ‘Baba, Baba’ dedi. Tekrar, tekrar ‘baba, baba, baba’ dedi. O sırada öğretmen babayla göz göze gelmişti. Hiç de beklemediği ve hazırlıklı olmadığı bir durumla karşılaştı. O anda, babanın yüzündeki ifadeyi ve duyguyu tarif etmek imkânsızdı aslında. Heyecandan kızarmış bir yüz, sevinçten parlayan ve minnet duygularıyla ışıldayan gözler, gözlerden akan damla damla yaşlar ve şükürle havaya kalkan eller.
Öğretmen dayanamadı bu duygusal ortama. İçi dolmuştu. Ama öğretmendi ya, ağlamak olmazdı öğrencisinin yanında. İçini çekerek ve derin nefesler alarak koridora çıktı, baba ve kızı duygu dolu dünyalarında baş başa bırakarak. Baba haklı diyordu aslında, içinden. Çünkü sekiz yıl beklemişti baba, o kelimeyi duymak için. Dile kolay, tam sekiz yıl beklemek, bir ‘baba’ demesini duymak için yavrusundan. Öğretmen rahatlamak için dalgın dalgın yürüyor, büyük bir gurur ve iç rahatlığıyla, ‘iyi ki öğretmen olmuşum’ diyordu. Hayatı boyunca yapmaktan hep şeref duyacağı mesleğiyle bir defa daha övünüyordu. Başka hiçbir şekilde yaşanamazdı çünkü az önce yaşadığı gurur. Bir defa daha gelsem dünyaya… yine öğretmen olurum diyordu, içinden. Hayır hayır yüz defa daha gelsem dünyaya, yüz defa daha öğretmen olurum, diyordu. Gözleri ufuklara dalarak, kendi kendine ‘Genç öğretmen, henüz işin bitmedi, metin olmalısın, duygularını belli etmemelisin. Hayatında belki de daha çok sayıda, büyük kırmızı yanaklı ve kocaman yeşil gözlü güzel çocukla karşılaşacaksın. Daha yolun başındasın, çok çalışmalısın.’
Fahri ACAR
Rehberlik ve Araştırma Merkezi Müdürü / ARTVİN
Hayat
Şu anda Diyarbakır’ın bir ilçesinde yatılı bir okulda rehber öğretmen olarak görev yapmaktayım. Öğretmenliğimin ikinci yılı ve hayatımda bir dönüm noktası bana göre. Geçen yıl özel bir okulda çalışmıştım. Şartlar çok güzeldi. Öğrencilerin maddi durumları olsun, okulun onlara sunduğu imkânlar, olsun öğretmenlerin öğrencilere karşı davranışları ve tutumları olsun, her şey çok güzeldi. Ben de tabi her okulda aynı şartlar olmasa bile benzer şartlar olduğunu düşünüyordum. Ta ki buraya gelinceye kadar. Hepimiz televizyondan izliyoruz; Güneydoğu’da ve Doğu’da şartlar kötü, insanlar aç, işsiz… Ama sadece duyduğumuz kadarını biliyoruz. İnsan neyin ne olduğunu şartları yerinde görünce anlıyor. Daha da açığı yaşayınca anlıyor. İnsana verilen değerin ne kadar da basit olduğunu insan burada anlıyor. Anne ve babaların, o küçücük bedenleri hiç düşünmeden yavrularını nasıl şartların içine bırakıp gittiğini ve bir daha arkasına bakmadığını görüyor insan. Belki eğitimsizlik, belki cahillik, belki de çaresizlik. Artık ne derseniz… Buradaki çocuklara baktıkça, onların o halini gördükçe içim burkuluyor her defasında. Belki onlara göre hiçbir şey yok, belki de hiçbir şeyin farkında değiller. Gördüğüm ve yaşadığım birçok şey var ama birini paylaşmak istiyorum.
Burası yatılı okul olduğu için her gün 3 öğretmen pansiyonlarda nöbet tutuyor. Nöbetlerimin birinde pansiyonda yoklamayı alıyorum. Odaların hepsini tek tek dolaşıyorum. Odanın bir tanesine girdim, baktım ki 3. sınıf öğrencilerinden birisi hasta, yatıyor. Aynı odada kalan 7. sınıf öğrencisi abisi de başında bekliyor. Tabi hemen aldık acile götürdük. Doktor üşütmüş, dedi. Sonra ilaçlarını aldık ve pansiyona geri gittik. İlaçlarını verip yatağına gönderdim. Yaklaşık bir saat sonra kontrol amacıyla tekrar hasta olan çocuğun odasına girdim. Abisi yine başında bekliyordu. Baktım abisinin üzerinde sadece incecik kısa kollu bir tişört var.
-Ben kazak ve montla üşürken sen niye böyle duruyorsun? dedim. O da;
-Üzerimdekini kardeşime verdim, başka da kıyafetim yok, diye cevap verdi.
Ne diyeceğimi bilemedim. Üzüleyim mi, şaşırayım mı? Odadaki diğer arkadaşlarından birisinin kıyafetini isteyip çocuğa verdim. Bu olayı bana başka birisi anlatsa derim ki abartıyorsun. Ama insan görünce anlıyor ki bunlar hikâye değil gerçek. Ve bu gerçeklerden bir- iki tane değil, bir sürü var. O gün sabaha kadar kendi kendime düşündüm. Bu nasıl bir hayat, nasıl bir adalet? Daha da acısını bu akşamın ertesinde yaşadım. Çocuğun hasta olduğunu bildirmek için ailesini aradım.
-Çocuğunuz hasta, gelip götürür müsünüz? dedim
Babasından gelen cevap insana verilen değerin herhalde bir yansıması olsa gerek.
– Benim hayvanlar var hocam gelemem, dedi.
Bu söz karşısında ne diyebilirsiniz ki. Ben yazık diyebiliyorum ancak. Daha ötesine dilim varmıyor.
Yalçın BAYRAM
Ergani İmkb Yatılı İlköğretim Bölge Okulu(YİBO)
Rehber Öğretmen- Psikolojik Danışman
Şekerci Şefik
Ben Mehmet Acar, sınıf öğretmeniyim. Öğretmenliğimin ilk yıllarına ait birkaç anımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Unutulmayan, hala konuşulabilen, anlatılabilen anılar…
İlk atamam, ilk yılım. Güneydoğu’da bir köyde öğretmenim. 2. sınıflar boş. Başladık 2. sınıfları okutmaya. Şefik isminde bir öğrencim var. Heceleri tek tek okuyor, ama iş heceleri birleştirmeye gelince, okunuşları değiştiriyor. Örneğin ‘Anne’ sözcüğünü hece hece okuyor, an-ne diyor. Ama iş beraber oku deyince oluyor ‘anna’ ya da ‘enne’…Zeki, akıllı bir öğrenci. Sorununu ise devamsızlık. Birebir ilgi ile biraz yol alıyoruz, ama çocuk bir gün geliyor, üç gün gelmiyor. Ailesi de okula uğramıyor.
Okul müdürümüz ile evine gitmeye karar verdik. Babanın evde olduğunu öğrendiğimiz bir gün ziyaret ettik. Hoşbeşten sonra konuyu açtık, durumu anlattık. Biz babadan destek beklerken, nerdeyse kovuluyorduk. Baba; ‘Ben 7 yılda okulu bitirdim. Bu çocuk daha 2. sınıfta. Öğrenir gider. Hem okuyup da ne olacak. Bak sizler okumuşsunuz. Ne kadar maaş alıyorsunuz ki? Ben ilkokul mezunuyum, sıvacılık yapıyorum. Sizin maaşın iki katı para kazanıyorum.’ demesin mi. Bizler eğitimden, kültürden, ülke kalkınmasından söz ettik ise de boşunaydı.
İzin isteyip kalktık. Ben yolda giderken, bir yandan da sorunu öğrenci ile çözme yöntemlerini düşündüm. Aklıma bir fikir geldi. Şehre indiğimde birkaç kilo şeker aldım. Öğrenci okula geldiğinde tüm sınıfa dağıtmaya başladım. Bizim devamsız Şefik şeker almak için her gün okula geliyordu. Ayrıca tüm sınıfa şekerleri dağıttığımdan dolayı öğrencinin gelmediği gün diğer öğrenciler şekersiz kalıyordu. Tabii arkadaşları öğrencinin devamı konusunda tavır alıyorlardı. Şefik de istese bile devamsızlık yapamıyordu.
Şefik kısa sürede arkadaşları gibi okudu, yazdı. Başarılı bir öğrenci oldu. Beraber oynamanın, paylaşmanın tadına vardı. Çok iyi futbol oynuyordu. Bulduğum yöntem rüşvetvari görünse de işe yaramıştı.
İkinci anım ise çocukları okula erken kaydettirme ve kız çocuklarını 4.- 5. sınıflarda yani biraz büyüyünce ‘Koca kız oldu’ diyerek okula göndermeme çabalarının sergilendiği başka bir köyden.
Kayıt dönemi. Müdür yetkili olarak çalışıyorum. 5 yaşında bir erkek çocuğu getirmiş annesi kaydettirmeye. Bir çocuk da eteğinde var, bırakmaz annesini, içeri girmek istemez, gidelim diye ağlar. Görünüşüne göre hamile de.
Ben yasadan, yönetmelikten, mevzuattan bahsederim olmaz. Çocuğun küçüklüğünden, okul için fiziken yeterince gelişmemişliğinden bahsederim, olmaz. Dilimin döndüğünce bir şeyler söyledim. Kadın bağırdı çağırdı, ısrarcı oldu. Aklımdan da ‘Mahalleli çocuklarla kayıtsız olarak gelsin gitsin.’ demek geçiyor. Ama sonrası yine sorun. Bir de başkalarına örnek olacak. Sorun daha da büyüyecek. Neyse kabul etmedim.
Kadın bir hışımla kalktı, ağlayan çocuğu kolundan kaldırdı, diğer çocuğa da iki tokat vurdu; ‘Bu yıl da başıma kaldın çocuk!’ diyerek okulu terk etti.
Medyada ‘üç çocuk’ haberlerinin yayınlandığı şu günlerde bu anım geldi aklıma. Yoksullukla boğuşan, kalemsiz, silgisiz, çantasız çocuklar. Yeterince beslenemeyen çocuklar. Sevgisiz ve ilgisiz büyüyen çocuklar…Geleceğin işsizler ordusunun neferleri…Büyüyünce onlar da bir teneke peynirin, bir ton kömürün ya da yeşil kart sahibi olmanın hesabı yapacaklar mı? Ülkemizin kaderini nasıl etkileyecekler?
Hoşçakalın.
Mehmet ACAR
Dr. Cahit Ünver İlköğretim Okulu- Antalya
Öğretmen Olmak…
Tarih: 10.09.2003. Atandığım okula yavaş yavaş yürüyorum. Aslında bu yol bana hiç de yabancı değil. Çok garip bir heyecan, biraz telaş, biraz da korku. Ama en çok da gurur. Yıllar önce öğrenci olduğum okula öğretmen olarak atanmıştım. Öğretmenlerimin bir çoğunun hala o okulda olduğunu biliyordum. En çok da ilkokul öğretmenimin tepkisini merak ediyordum. İlk karşılaşma anı çok güzeldi. Sadece Onun değil diğer öğretmenlerimin yüzündeki gurur hala gözümün önünde.
Günler birbirini kovalarken ben de yavaş yavaş alışmaya çalışıyordum. Ama öğretmenler odasına uzun bir süre tedirgin girişimi hala unutamam. Öğrencilikten öğretmenliğe geçiş çok da kolay olmadı tabi. O zamanlar, sanki bu geçici bir süreçmiş de ben birkaç hafta sonra yeniden Ankara’ya dönecekmiş gibi hissediyordum. Ya da o zamanlar öyle olmasını çok istemiştim! Bütün bu düşüncelerime rağmen, gerçekleri kabullenme ve adapte olma sürecim çok uzun sürmedi. Çünkü o aralar kendime en çok şu cümleyi kuruyordum: “Artık ben bir öğretmenim ve bana ihtiyacı olan öğrencilerim var”. Evet, bu cümle benim alışma sürecimi daha çok hızlandırdı…
Derken o kadar çabuk geçti ki zaman. Şu an meslek hayatımın 6. yılındayım. Geride bıraktığım yıllar çok şey öğretti bana. En çok da sabırlı olmayı. Dinlemeyi, anlamayı, kendimi karşımdaki minik bir öğrencinin yerine koyup hayata bakabilmeyi öğrendim. Bazen çok sıkıldığım ve bunaldığım anlar da olmuyor değil. Ama en sıkıntılı zamanımda bile yanıma gelen küçük bir öğrencime yardımcı olduğumda, onun o minicik yüzündeki en masum, en içten gülümsemeyi görmek her şeyi unutturuyor. Şu an düşündüğüm ve hissettiğim şey ne biliyor musunuz? Ben çok şanslı bir insanım. Sevebildiğim için şanslıyım. Galiba öğretmen olmayı başardım. Çünkü öğretmen olabilmek; önce sevmeyi başarmaktır.
Öznur TORUNOĞLU
Kalkan İlköğretim Okulu- ANTALYA
Rehber Öğretmen- Psikolojik Danışman
İlk Öğretmenlik Günlerim
Yıl 1983. Kasım ayının son günleri. Sevinç, heyecan, endişe gibi karmakarışık duygular içindeyim. Haritadan Nevşehir’e bağlı Kozaklı diye bir yerleşim merkezi arıyoruz, telâşımızdan olacak, bulamadık. Küçük bir yer olmalı. Olsun. Nasıl bir yer olursa olsun gönüllü gidiyorum. Köy öğretmeni olabilmek için yıllarımı verdim. Sevinçliyim, heyecanlıyım. Bunun yanında korkularım da var elbette. Acaba gittiğim yerlere uyum sağlayabilecek miyim? Kendimi sevdirebilecek miyim? En önemlisi, işimde başarılı olabilecek miyim? Ağabeyim ve ben vakit geçirmeden hazırlanıyoruz. Yanımızda bana ait, çuval içinde tek kişilik yorgan, yatak, yastık, birkaç parça giyecek ve bir koli kitabımla yollara düşüyoruz. Gün kaybetmemek için gece yolculuğu yapıyoruz. İstanbul-Ankara arasında biraz uyumuşum. Otobüsümüz Ankara’yı geçip, doğuya, Kırıkkale tarafına yönelince, geçtiğimiz yerleşim merkezlerini görmek için gözümü dört açıyorum. Ankara’dan uzaklaştıkça korkularım artıyor. Sanki saatler ağırlaştı, yollar tükenmiyor.
Kırşehir, Mucur… İşte Nevşehir il sınırı. Ve Topaklı. Eşyamızı, Topaklı’da bir benzinliğin önündeki küçük kahveye bırakıyoruz. Yan tarafta dar ama asfalt bir yol uzanıyor. Kuzeyi gösteren bir tabelâda ‘Kozaklı’ yazısını okuyorum. Buradan herhangi bir araçla Kozaklı’ya gidebilirmişiz. Gideceğiz Allah’ın izniyle. Yerde kar yok ama buz gibi bir hava ve rüzgâr üşütüyor. Mantoma sarınırken ürperiyor, titriyorum. Ağabeyim kahveye giriyor, ben dışarıdayım. Bana çay getiren kahveci, içeriye çağırıyor, nazlanmadan giriyorum. Orta yerde teneke bir soba yanıyor. Sobanın etrafında tahta sandalyelere oturmuş yedi sekiz adam, bana tuhaf tuhaf bakıyorlar. Heyecanlıyım, tedirginim; ısınınca ve çayı içince titremelerim biraz geçti. Bir saati geçti. İki yolcu daha geldi. Onlarla birlikte bir taksi kiraladık, ver elini Kozaklı. Taksi eğri büğrü yolları hızla alıyor. Uçsuz bucaksız, ağaçsız topraklar. Yakınlarından geçtiğimiz köylerin evleri toprak ya da taştan, çoğu badanasız ve çatısız. Yarım saat kadar yol aldık. Şoförümüz; ‘Geldik!’ dedi. Birkaç ev var ortada. Nüfus 6800. ‘Allah Allah bu nüfus nerede?’ diye düşünürken, birdenbire önümüzde, aşağıda, küçük, şirin görünümlü Kozaklı uzandı. Arabamız tepeden aşağı doğru süzüldü.
Otobüs durağında indik. Eşyamızı bir dükkâna emanet ettik. Sorarak, görev yapacağım liseyi bulduk. Birisi tek katlı, sarı boyalı eski bir yapı, diğeri daha yenice ve iki katlı, binalar. Okulun bahçe kapısında ağabeyimle ‘Hangi binaya girsek…’ tereddütleri yaşarken, meraklı bakışlarla yanımıza birkaç öğrenci geldi. Beni müdüre götürmelerini söyledim. İki katlı binanın ikinci katına müdür odasına çıktık, kendimi tanıttım. Orada iki saate yakın göreve başlama yazımın hazırlanması için bekledim. Bu arada, otuz kadar erkek öğretmenle tanıştık. Okulda bayan öğretmen yokmuş. Ders programımı verdiler, yarın sabah göreve başlayacağım. Orta birinci sınıftan, lise son sınıfa kadar, haftada toplam otuz bir saat derse gireceğim. Öğlen teneffüsünde, öğretmenlerden biri bana kalacağım yer konusunda yardımcı olabileceğini söyledi. Beraber çıktık. Okula yakın bir yerde, eski, üç katlı bir binaya girdik. Ahır kokan, nemli, loş bir koridordan üst kata çıktık. Ev sahibi Hacı Dede’yle kira konusunda anlaşıp, eşyamı bıraktığımız yerden buraya taşıdık.
Öğleden sonra, bir başka öğretmen arkadaş, evime gerekli olacak iki sandalye, bir masa, sünger yatağıyla bir somya, birkaç parça da acil gerekecek ıvır zıvır daha almam konusunda bana yardımcı oldu. Eşyaları, kiraladığım dairenin büyük odasına yığdık. Yarın yerleştiririm. Bu akşam ağabeyimle otelde kalacağız. Otel iki katlı, alt katı kahve. Üst katta, salona açılan beş altı oda var. Salonun ortasında gürül gürül yanan büyük bir soba. Odaların kapıları açılmış ısınsın diye. Ağabeyimle ikimize çift yataklı bir oda verdiler. Bu ilçe hakkında henüz bir şey bilmiyorum. İnsanları tanımam, huylarını bilmem. Şu ana kadar tanıştığım kişiler iyi niyetli ve yardımseverdiler de… Ben neden korkuyorum? Boğazımda bir düğüm, soluk alıp vermemi güçleştiriyor. Uyumak için uzanıyorum, tıkanıyorum. Çok yorgunum. Bir uyusam! Ama nasıl? Boğulacağım. Kalkıp oturuyorum. Yollarda aldığımız gazete ve dergileri karıştırıyorum. Titriyorum. Ağabeyim; ‘Üşüyor musun?’ diyor.’Hayır ama içimde bir sıkıntı var, uyuyamıyorum.’ diyorum. Kahveye inip bana çay getiriyor. Otel sahibi salondaki sobayı biraz daha alevlendiriyor.
‘Kusura bakmayın, bir şeye ihtiyacınız varsa emredin.’ diyor. Teşekkür ediyorum. Bir şeye ihtiyacım yok sakinleşmek ve uyumaktan başka. Ellerime, bacaklarıma, kalbime söz geçiremiyorum, zangır zangır titriyorum. Ağabeyimin de uykusu kaçtı, yatağında oturmuş, çaresiz, bana bakıyor. Bu gece nasıl geçer? Biliyorum yarın daha güzel olacak ama sabahı görebilecek miyim? Ağlamak istiyorum. Ağlayamıyorum. Birkaç damla gözyaşı rahatlamama yetmiyor. ‘Ağabey ben uyuyamayacağım galiba. Nöbetçi eczane vardır, gidip sakinleştirici bir şeyler alsan!’ dedim.
Gece saat 01.30. Kalktı, gitti. Biraz sonra elinde kolonya dolu bir şişeyle döndü. Eczacı, rahatlatıcı ilâcı reçetesiz veremeyeceğini söylemiş. Biraz ağlayarak, biraz jimnastik gibi hareketler yaparak, biraz kolonya ile ovunarak hayli rahatladım. Birkaç saat uyumuşum. Sabah uyandığımda gözlerim kıpkırmızıydı ve şişmişti. Başım müthiş ağrıyordu. İlk işimiz bir doktor bulup, rahatsızlığımı anlatmak ve verdiği ilâcı almak oldu. Ağabeyimin gözü arkada, aklı bende kaldı ama artık kendimi iyi hissettiğimi söyleyerek, onu memlekete uğurladım. Okulumun yolunu tuttum. Kozaklı, Nevşehir’in kuzeyinde, yamaca kurulmuş, kaplıcalarıyla ünlü küçük bir ilçe. Göreve başlayalı üç ay oldu. Ne çabuk geçti bu üç ay anlamadım. Günlerim öylesine yoğun geçiyor ki… Sabahtan akşama kadar okuldayım; çoğu gece saat ikiye üçe kadar ders çalışıyorum ve hâlimden de çok memnunum. Burada beni en çok üzen, her sınıfta iki üç sakat çocuğun olması.
Ayağı, gözü, kolu, dili sakat olan bu öğrenciler, durumlarının farkında değiller gibi; ama bu durum benim kalbimi sızlatıyor. Akraba evlilikleri çok fazla diyorlar, ondan mı bilmiyorum. Evden okula, okuldan eve geçiyor günler. Çevremdeki insanlarla anlaşıyoruz. Bana birçok konuda yardımcı olmaya çalışıyorlar. Ailemi, memleketimi özlüyorum. Etsiz yemek yapmasını bilmediğim için, sade çorba, makarna, kızartma yapıp yemekten usandım. Çünkü kasaplar üç aydır grevde. Marketlerde ise tavuk veya yoğurt gibi yiyecekler henüz satılmıyor, bundan sonra getirtip satacaklarmış. Uykum hafif olduğu için çok geceler en ufak gürültüde uyanıyorum, sonra sabaha kadar yatağımın içinde, kalbim gümbürdeyerek oturuyorum. Her şeye rağmen burada bulunmaktan mutluyum. Geçmişte öğretmen olabilmek için verdiğim mücadelenin yanında, bu yaşadıklarım hiç kalır. Öğretmenliği seviyorum. Hele öğrencilerim. Hele öğrencilerimi… Onları en çok seviyorum. On iki ile yirmi yaş arası yüzlerce çocuğum var. Fizikî görünümleri, düşünceleri farklı. Hepsini ayrı ayrı özellikleriyle seviyorum. Yalnız önemli ortak noktaları var; her an her şeyi öğrenmeye hazır, bilgi açı çocuklarla çalışıyorum ben. Ağzımdan çıkan her sözü, yaptığım her hareketi öyle merakla izliyorlar ki…
Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda bildiğim en güzel, en yeni bilgileri vermeye çalışıyorum onlara. Bu beni çok mutlu ediyor. Bir gün, lise ikinci sınıflarla dersteyken, öğrencilerime ileride hangi mesleği seçmek istediklerini sordum. Çalışkan öğrencilerimden biri; ‘Hocam, benim dedem bankada temizlikçi, babam bankada memur olabildi. Ben inşallah ileride banka müdürü ya da müfettişi olmak istiyorum.’ dedi. Bu isteğinin gerçekleşmesini canı gönülden diledim. İşte böyle; azimli, çalışkan, ne istediğini bilen öğrencilerle çalışıyorum ben. ‘Bilimin ve Aklın Aydınlığında Eğitimi’onlardan esirgemeyelim.
Fatma AKIN
Babaeski İlköğretim Okulu Öğretmeni / KIRKLARELİ
Öğretmene Mektup
Belirlenmiş güzel hedeflere ulaşmak için kullandığımız en güzel şeydir çocuk…Bir amaçtır, bir idealdir. Her şeyden önce geleceğimizdir. Bizim yaşayamadıklarımızı yaşayacak, öğretemediklerimizi öğretecek, koruyamadıklarımızı koruyacak, güzel yarınların mimarı olacaktır.
Ne gariptir ki, yıllardır bu güzel sözler hep söylenmiştir. Güzel yarınları, çağdaş, uygar, istenilen hedeflere oturtulmuş Türkiye’yi elde etmeyi hep bir sonraki nesile bırakmışız. Gösterilen gayretlerle bir çizginin üstüne çıkamamışız. Demişiz ki, ‘Çocuklarımız yapacak bu işi!’
Sınıflara her girişimizde çocukluğumuzdan beri içimize işleyen Ata’mızın ışıl ışıl, umutla bakan gözlerini sindirmişiz yüreklerimize. Derslerimize, kitaplarımıza umutla sarılırken geleceğin doktorları, hâkimleri olarak görmüşüz kendimizi. Belki de, yanlış anlaşılmış bazı şeyler…
Sınıfa her girişinde, kıpkırmızı yanakları, ışıl ışıl parlayan siyah gözleriyle, geç kalışından dolayı yüzündeki mahcubiyetiyle özür dileyen Rakibe’nin okula gelmek için kat ettiği yol aklıma geldikçe, ne kadar erken bir yaşta hayat mücadelesine atıldığını buruk bir sevgiyle gözlerdim. Ressam olmak istiyordu Rakibe…Hem de tüm bedeniyle, ruhuyla… Soruyor, soruşturuyor. ‘Kocaman okulları bitirmek lâzım’. Birden yüzünü garip bir hüzün kaplıyor. Elindeki harikulâde resimlerine bakıyorum: ‘Bu çocuk geleceğin ressamı’ diyorum içimden.
-Öğretmenim, babam beni okutmayacak, diyor bir gün… Paramız yokmuş.
Sonradan duyuyorum, görüyorum. İçine bastırdığı hayalleri ve umutlarıyla Rakibe, çoban olmuş. Biliyorum ki Rakibe, çocuklarını, yetenekleri elverdiği oranda okutacak. Biliyorum ki bu yüzden rahat ve huzurlu.
Çocuklarımızı yetenekleri ve idealleri doğrultusunda yetiştirirsek eğer, o güzel yarınlar çok yakınımızda demek. Güzel yarınlara ulaşmak içinse, o tazecik beyinleri bir bilgisayar gibi değil de, işlenmesi gereken, şekil alması gereken değerli bir toprak parçası gibi görmeliyiz. Belki, bir çoğu Rakibe örneğindeki gibi, kişiliği doğrultusundaki mesleklere kavuşamayacak ama, çocuklarına bu konuda yardımcı olacaklardır.
Çocuğun kişilik yapısını göz önünde bulunduran bir öğretmen, çocuk-ebeveyn arkadaşlığının ürkütücü çekingenliğini de ortadan kaldırmış demektir. Gittikçe robotlaşan ilişkilerimizde, sevgi denilen iksire o kadar gereksinimimiz var ki bunu, o pırıl pırıl gözlerde yakalamak gerçekten çok kolay. Sermayesi anlayış ve ilgi, faturası da gerçek sevgi olan bu üçgeni çizdiğimiz an, öğretmenler, hatta anneler ve babalar için gerekli olan gerçek bir eğitim zemini hazırlanmış demektir.
Ülkemizde on binlerce Rakibe var. Gelin el ele verelim. Umutlarını, hayallerini gerçekleştirmelerine yardımcı olalım. İstemedikleri, mutsuz olacakları dünyalara adım atmalarına izin vermeyelim. Yeteneklerini keşfedelim.
Büyüklerinin gerçekleştiremedikleri idealleri için onları kullanmalarına izin vermeyelim.
Ata’mızın bize gösterdiği eğitim kavramı sadece okullarda değil, evlerde de sosyal, kültürel olanaklar bakımından gözlemlenmelidir. İşte o zaman sınıflarda masmavi bakan gözleriyle Ata’mız, hayallerine kavuşmuş olmanın kıvılcımlarını yansıtacaktır çocuklarına.
Biz öğretmeniz, eğitmeniz; heykeltıraş, belki de çiftçiyiz. Şekil veriyoruz, tohum ekiyoruz, biçiyoruz. Ne mutlu ki bizlere böylesine kutsal bir vazifenin içinde yıllarımızı harcıyoruz. Hayalleri hayallerimiz, umutları umutlarımız, sevinçleri sevinçlerimiz…
Haydi hep birlikte koşalım çağdaş, uygar bir yaşama…Sevgiyle büyütelim, o küçücük dünyaların sevgisiz kalıp da savrulmalarına izin vermeyelim. Korkmasınlar bizden…Sadece sevgimizi kaybetmekten korkmanın verdiği azimle çalışsınlar, kanıtlasınlar bize, kendilerini. Pencerelerini açsınlar, büyüklerinin kocaman ama, sevgisiz kalmış bahçelerine. Yüreklerinden sevgilerini avuçlasınlar, savursunlar dünyaya… Bağırsınlar; ‘Bizi duyun, görün, gelin dünyamıza… Arkadaş olun bizimle.’
Ezbere dayalı, robotlaşmış bir öğretim sisteminin yaygınlaşmasına izin vermeyelim. Biliyoruz ki, bize gerekli olan beyin yapısı, bu sistem içinde değil. Tıpkı küçük Rakibe gibi kendi yeteneğini küçük yaşta keşfetmiş nesillere ihtiyacımız var. Ne istediğini bilen, kararlı, azimli ama asla ezberci olmayan, bunun yerine değişik çözüm yolları bulmak için sürekli beynini çalıştıran, dürüstlüğü kendisine felsefe edinmiş nesiller yetiştirelim.
Bir mum gibi yandıkça etrafımızı aydınlatalım ama, asla erimeyelim. Yüzlerce, binlerce ‘biz’ yetiştirelim. Yetiştirelim ki, çağdaş eğitim sisteminin hedeflediği insan modelleriyle yeşersin ülkemiz…
Çağdaş, uygar, sevgi dolu bir Türkiye dileğiyle…
Meral KARAYİĞİT
Kabaağaç İlköğretim Okulu Öğretmeni
Fethiye/MUĞLA
Öğretmenin Ardından
Mart, ilkbaharın ilk ayı. Karadeniz’de ilkbahar nasıl yaşanırsa işte öyle… Puslu bir hava ve yağmur bulutları süzülüyor denizden kentin üzerine doğru. Neslihan, etrafı kır çiçekleri ile bezenmiş bir çerçevenin içindeki gülümseyen yüze bakıyor. Acı bir trafik kazasında kaybettiği öğretmeni Saadet YAZAR’ın resminin üzerine akıtıyor damlalarca gözyaşını. Bir yandan da her tatil dönüşünde kara yollarında yitip giden değerlerimizi geçiriyor aklından. İş zamanı, tarla bahçe zamanı ama veliler yine de koşup gelmişler okula. Baş sağlığı diliyorlar. ‘Çok iyi bir insandı, çok iyi bir öğretmendi.’ diyorlar. Bir okulun bahçesinde öğrencilerin, velilerin ve öğretmenlerin hep birlikte ağlaştıkları ana şahit oldunuz mu? Saadet Öğretmenin ölümü ile yaşıyoruz bunu ancak. ‘Böyle durumlarda ne söylenir bilmiyorum.’ diyorum, çaresizlik içinde.’O, örnek bir insandı…’ diye devam etmek istiyorum söze. Fakat boğazımda düğümleniyor sözcükler.
Onunla uzun yıllar birlikte görev yapmış bir öğretmenimize bırakmak istiyorum sözü. Nafile… Gözyaşlarını tutamıyor Ünal Öğretmen. Özür diliyor ve konuşamadan ayrılıyor kürsüden. Hacer Öğretmen de başladığı gibi bitiriyor okuduğu şiiri, ağlayarak… Zamansız gelen her ölüm gibi yüreklerimizde tarifsiz acılara neden oluyor, Saadet Öğretmenimizin ölümü. Resmini ve ölümünden hemen önce aldığı Takdir Belgesini okul koridorundaki panoya asıyoruz. Mesleğinden emekli olamadan ayrıldı aramızdan. Ama yirmi üç yıl emek verdi öğrencilerine. Çocuk sevgisi, insan sevgisi ve meslek aşkıyla dolu koskoca yirmi üç yıl…
Ve son bir sözü daha var hepimize; ‘Yarım kalmışsa eğer dersim, zil çaldığında olamamışsam tahtanın başında öldüm sanmayın. Toprağa düşmüş yediveren tohumuyum ben artık..Yetiştirdiğim öğrencilerimle açacağım ülkemin yarınlarında.’
K. Serdar ATEŞ
Düvecik İlköğretim Okulu Müdürü / SAMSUN
Öğretmenler…
Bilgisizlikten çorak ve çatlayan topraklara dönen nesilleri, başyapıt durumuna getirenler…Tükeninceye kadar yanan bir mum gibi etrafını aydınlatanlar… Kültürü oluşturarak zekâyı, hayali, duyguyu işleyenler, şekil verenler…
Mevlâna’nın, Yunus’un sevgi bahçelerinden inciler; Itri’nin bestelerinden Veysel’den güller deren hisler…Karlı çizmelerle, karlı ovalardan yemyeşil vadilere yürüyen; köylerin, kentlerin aydınlığı olan kardelen çiçekleri…Neye baksak, nereye baksak insan mimarı öğretmenleri görürüz. Öğretmenler özgürlüğün yağmuru, geleceğin alın çizgisi, suda göz halkalarıdır, fırtına öncesi… Bir fırtına ki hemen ardından güneş doğar. Sevginin bilginin güneşi, bulutsuz masmavi dünyalara sıcacık bir bahar kokusu yayar. Büyük düşünceleri, hedefleri ve küçücük yürekleri kıpır kıpır çarpan çalı kuşlarının konduğu duygu bahçelerini sarraf inceliğince işleyen; Eflâtun’un Tanrı’ya en yakın olarak değerlendirdiği yüce sanatçı; Fatih’in ordularının hız ve kuvvet aldığı güç; Yahya Kemal’in yedi tepeli şehrinin Boğaziçi gerdanlığınca eşsiz mimarı… ‘Ey Türk Gençliği! Birinci görevin Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini sonsuza dek korumak ve savunmaktır.’ diyen çatık kaşlarda, çakmak gözlerde, Meriç’ten Aras’a, Kızılırmak’tan Asi2ye akan ve kefensiz yatan bir şehittir öğretmen…Yurdun hiç ölmeyen, hiç sönmeyen ocağıdır. Keban’dan, Karakaya’dan, Atatürk’ten; Harran2a, Çukurova’ya, Konya’ya fışkıran bir umut efsanesidir. Yeniden filizlenen Ata’sından dönmeyen şehit çocuğudur. Samsun’da, Erzurum’da, Sivas’ta; Sakarya’da, İzmir’de, Ankara’da…
Bütün ulusun bağrından doğan bağımsızlık ateşidir. Mustafa Kemaller, Kubilaylar, Dünyanın bütün çiçekleri ile kimseciklerin yetişemediği gecenin kör karanlığında, küflü bir istasyonun küflü raylarının kenarında buz gibi, küflü kurşunlara kor gibi, konar gibi… Apansız, çaresiz hedef olan terör savarlar… Ve daha nice adsız kahramanlar, öğretmenler…Hiç düşündünüz mü? Düşünmeyi bilmek bir sanat ise düşünmeyi öğretmek acaba nedir? Ya, ‘Düşünüyorum, öyleyse varım.’ sözünün arkasındaki gizli ışıltı…?İnsan öz yapısı en büyük gücünü düşünceden alır. Bilimin hayatta en gerçek ol gösterici olduğu düşüncesinden. İnsanın doğuştan var olan yetenekleri, çağdaş eğitimle pekiştirilmezse, orada burada, gelişigüzel, sağa sola saçak atan bitkilere benzer. İşte eğitim her şeyden önce doğayı, yaşamı tamamlar; güzelleştirir. Öğretmenler de kültürü oluşturan insanı yetiştirmekle sanatı sonsuzluğa taşırlar. Ulusların geleceği, genç kuşakların iyi yetiştirilmesine bağlıdır. Eğitimin temel taşı yalnız ve yalnız öğretmenlerdir. İnsan öz yapısı en büyük gücünü düşünceden alır: Bilimin hayatta en gerçek yol gösterici olduğu düşüncesinden.
Eğitim, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin üzerinde büyük bir titizlikle durdukları en önemli konudur. Eğitim sistemlerini iyi oluşturan ve bunu çağın gereklerine göre yenileyen ülkeler, dünya ulusları arasında önemli bir yer edinirler. Çünkü, ülkelerin gelişmişlik ve saygınlık dereceleri, eğitilmiş insan gücüyle çok yakından ilgilidir. Bu nedenle öğrencilere lâik ve demokratik bir eğitim ortamı sunmak; onları, özgür ve bilimsel düşünce yapısına sahip, kişilikli, bilinçli bireyler olarak yetiştirmek, öğretmenlerin en öncelikli ve en önemli amacı olmalıdır.
Peki öğretmen, Atatürk çizgisinde çağdaş eğitime sonsuz mutlulukla koşarken neler yapmalıdır? Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na, Atatürk ilke ve inkılâplarına, Anayasa’da anlamını bulan Türk milliyetçiliğine koşulsuz bağlı kalmalı; Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını tarafsızlık ve eşitlik ilkelerine bağlı olarak uygulamalı; Türk milletinin ulusal, insani, manevi, kültürel değerlerini benimseyip, bunları geliştirmek için çalışmalı; insan haklarına, Anayasa’nın temel ilkelerine, ulusal, demokratik, lâik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilmeli ve bunları davranış hâlinde göstermeli; bütün görevlerini çağdaş Türk Milli Eğitiminin amaç ve temel ilkelerine uygun olarak yapmalıdır. Ayrıca kendilerine emanet edilen gençleri, Atatürk ilke ve inkılâplarının evrenselliği doğrultusunda yetiştirmenin sorumluluğunu bilmeli, mesleği ile ilgili gelişmeleri çok yakından gözlemlemelidir. Çünkü, öğretmen her zaman ve her yerde, hep ileride, daha ileride olmak zorundadır. Ulusal eğitimde hızla yüksek, çağdaş düzeye çıkacak bir ulusun, kaçınılmaz olan yaşama savaşında da bütün gücünün artacağı bir gerçektir. Bu gücün de öz kaynağı öğretmenlerdir.
Ancak, unutmayalım ki, çağdaş uygarlık cephesindeki savaş kazanılmadıkça Kurtuluş Savaşı bitti, sayılamaz. Bunu ulusun uyuşmuş yazgısına karşı çıkarak, akılcı, idealist önderliği ve çağdaş uygarlıklara yönlendiren Atatürk’ün çizgisindeki eğitim anlayışı ile öğretmenler sonuçlandıracaktır. Onlar, sonsuza kadar aydınlatan ulusal irade meş’alesidirler. Hepsinin önünde saygıyla eğiliyor ve diyorum ki; ‘Atatürk şiirimsin dudağımda, Ay-yıldızımsın iki yanağımda, Esen rüzgârlarımsın bayrağımda, Kutlanası yıllardır, öğretmenler.’Öğretmen, tarlada tohum, elde sanat… Gözlerde ışık, dudaklarda çığlık…Alında ter, yüreklerde sevgi…
Öğretmen, umutlara tutunulacak belki de tek dalı… Gelecek günlerin suratı asık karanlıklarına inat; doğacak güneşlerin etrafında pervane-kanat; haydi hepimiz bir türkü tutturalım; ‘Dağ başını duman ALMAZ artık, Dağ başını duman ALMAZ. Çünkü; MUSTAFA KEMALLER GELİYOR NEHİRLERLE!…’
Erhan BİLGENOĞLU
Bademağacı İlköğretim Okulu Öğretmeni ANTALYA
24 Kasım Öğretmeler Günü’nün Kısa Tarihçesi
Atatürk’ün Öğretmene Verdiği Önem
Atatürk’ün Öğretmenler ile İlgili Sözleri
Başöğretmen Atatürk’ten Anılar
Mustafa Kemal Öğretmenlere Sesleniyor
Öğretmenlerimiz İçin Söylenmiş Güzel Sözler