Louis Pasteur (27 Aralık 1822- 28 Eylül 1895)
Louis Pasteur, Fransız Devrimiyle özgürlüğüne kavuşan bir kölenin torunuydu. Babası, Napolyon ordusunda üstün atılım gücüyle ‘Legion de Honour’ alan bir astsubâydı. Baba Pasteur’ün, Napolyon’un düşmesiyle ordudan ayrılmasına karşın, İmparator’un anısına beslediği derin bağlılık duygusu, ilerde oğlu Louis’in olağan üstü direnç ve yeteneklerim de yönlendiren katıksız yurtseverliğe dönüşmüştü.
Geçimini dericilikle sağlayan Pasteur ailesi yoksuldu ama çocuklarının eğitimi için her türlü sıkıntıyı göze almıştı. Louis daha küçük yaşlarında güçlükleri göğüslemede sergilediği direnç ve istenç gücüyle dikkatleri çekiyor, coşkuyla başladığı okul öğreniminde kendisiyle birlikte kardeşlerinin de başarılı olması için uğraş veriyordu.
Gerçi okulda pek parlak bir öğrenci değildi; dahası, ilk gençlik yıllarında ilerde büyük bilim adamı olacağını gösteren tek bir belirti bile yoktu ortada. Tam tersine, Louis’in belirgin merakı portre çizmekti. Üstün bir yeteneği yansıtan tabloları, bugün Pasteur Enstitüsü’nde sergilenmektedir.
Louis 19 yaşma geldiğinde sanatı bırakır, bilime yöneldi. Başlangıçta öğretmenlerinin yönlendirmesiyle öğretmen olmaya karar verir ve ünlü eğitim enstitüsü Ecole Normale Superieure’e başvurdu. Giriş sınavını kazanmasına karşın, matematik, fizik ve kimyada derslere daha hazırlıklı başlamak için öğrenimine bir yıl sonra başladı.
Amacı iyi bir öğretmen olarak yetişmekti. Ne var ki, öğrenimini tamamladığında tüm ilgi ve coşkusunun bilimsel araştırmaya yönelik olduğunu fark etti. Kristaller üzerindeki ilk çalışmaları onu adeta büyülemişti. Öğrencisinin özgün düşünme ve kavrayış gücünü sezen kimya profesörü onu, basit araçlarla yeni kurduğu laboratuarına araştırma asistanı olarak aldı. Bu, genç bilim adamının hayal bile edemediği bir fırsattı.
Pasteur hemen çalışmaya koyuldu, ilk aşamada tartarik asit kristalleri üzerindeki optik deneylerini yoğunlaştırdı. Çok geçmeden bilim çevrelerinin dikkatini çeken buluşları, kimi tanınmış bilim adamlarının da teşvikiyle Fransız Bilimler Akademisi’ne sunuldu.
Pasteur bilim dünyasınca tanınma yolundaydı ama Eğitim Bakanlığı onu bir ortaokula öğretmen olarak atamakta ısrarlıdıydı. Akademinin ve kimi bilim adamlarının giderek artan baskısına daha fazla karşı koyamayan Bakanlık bir yıl sonra Pasteur’ün Strasburg Üniversitesi’ne yardımcı profesör olarak dönmesine izin verdi.
Pasteur kimyager ve daha sonra bakteriyolog olarak yaşadığı çağda, tıbbın ilerlemesine çok büyük katkılarda bulundu. Fakat o tıp doktoru olmadığı için, 1800’lü yılların doktorları onun teorilerine burun kıvırıyorlardı. Pasteur buna hiç aldırmadan çalışmalarını sürdürdü, çünkü Pasteur’ün bakterilerin ya da mikropların gerçekten var olduklarına ve bunların hastalıklara yol açabileceğine olan inancı tamdı. O kendi bildiği yöntemle yaptığı işe ve kendine inancını sürdürerek araştırmalarına devam etti. Bundan sonra ise ipekböceği hastalığına ve kuduza çare buldu. Pasteur ayrıca içtiğimiz sütün bozulmasını önlemenin yöntemini de keşfetti. Burada sütü 140 fahrenheit derecede otuz dakika süreyle ısıtmak ve sonra hızlı bir biçimde soğuttuktan sonra sütü kapalı ve sterilize edilmiş şişelere koymak gerekiyordu. Bu yöntem sütü mikroplardan arındırmak için günümüzde de kullanılmaktadır ve bu yönteme, Louis Pasteur’ün adıyla ‘Pastörize’ etmek denilmektedir. Pasteur, Strasbergli Marie Laurent ile evlendi. Birbirlerini çok seviyorlardı. Marie eşini, araştırmalarını her şeyin üstünde tutması için özendiriyordu. Bu yüzden Pasteur, laboratuar çalışmaları üzerinde yoğunlaşabiliyor ve işine gereken zamanı ve önemi verebiliyordu.
Küçük Joseph Meister kuduz bir köpek tarafından on dokuz yerinden ısırıldığında, anne ve babası yavrucağı Louis Pasteur’e getirdiler. Bu bilim insanı daha önce insan üzerinde hiç denenmemiş olan kuduz aşısını çocuğa uygulamakta tereddüt etti. Pasteur bunu ancak, kendisine gelen iki doktorun, çocuğun kuduzdan her durumda öleceğini ve başarılı olursa ilacın kuduza bir çare olabileceğini söylemesinden sonra denemeye karar verdi.
Pasteur kuduzun çaresini bulmuştu. Louis’nin aşısı küçük Joseph Meister’in hayatını kurtardı. Meister büyüdüğünde Pasteur Enstitüsü’ nün kapıcılarından biri olacaktı. Çünkü Louis Pasteur’ e karşı duyduğu minnet duygusu, ömrünün sonuna kadar enstitüde çalışmak istemesine neden olmuştu.
Pasteur kendine inanan bir insandı. Başkalarının söyledikleriyle değil, kendi doğrularıyla yaşayan ve sezgilerine güvenen bir bilim insanıydı. 1895 yılında hayata gözlerini yumduğu güne kadar son derece alçak gönüllü, gösterişiz ve sade bir yaşam sürdürdü. Yaşlılık yıllarında insanların ona gösterdikleri büyük saygı karşısında şaşkınlığa düşer ve bunu pek komik bulurdu.
Bir keresinde Londra’da bir uluslararası tıp kongresine davet edilmişti. Kongre salonuna girdikten kısa bir süre sonra Pasteur kürsüye davet edildi. Pasteur’ün yüzünde hayal kırıklığına uğramış gibi bir ifade belirdi. Pasteur; ‘İngiltere Veliaht (kral adayı) Prens’i buraya geliyor olsa gerek.’ dedi. ‘Keşke dışarıda dursaydık. Gelişini de izleyebilirdik böylece.’ Bu içten sözler herkesi çok duygulandırmıştı. Kongre başkanı Pasteur’e; ‘Hayır Bay Pasteur! dedi. ‘Gelen sizsiniz. Herkesin takdir ettiği ayakta alkışladığı insan sizsiniz!